HABER MERKEZİ| 07.12.2023| Dünya liderleri, COP (BM İklim Değişikliği Zirvesi)’nin 28.si için Birleşik Arap Emirlikleri(BAE)’nin Dubai kentinde 30 Kasım’dan itibaren biraraya geldi. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni (UNFCCC) imzalayan ya da taraf olan 197 ülkenin devlet başkanları ya da temsilcilerinden oluşan, 70 binden fazla kişinin katılım sağladığı Zirve’nin ev sahipliğini Abu Dabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan El Cabir’in yapması ise ironi değil, Zirve’nin ikiyüzlülüğünü başka söz bırakmayacak şekilde gösteren bir olgu. Bu ikiyüzlülüğün sergilendiği bir başka konu ise katılımcıların Zirveye katılmak için kullandıkları özel jetler. Bir kişinin özel jetle seyahatinin çevresel maliyetinin 11 yolcunun ticari uçuşundan daha fazla olduğu hesaplanmasına ve her yıl iklim ve çevre savunucularının teşhirine rağmen bu lükslerinden vazgeçmemeleri de simgesel olarak Zirve’nin niteliğini ortaya koyuyor.
İklim ve çevre krizini ortadan kaldırmak için değil, bu krize yol açan faaliyetlerini emperyalist tekeller arasındaki rekabet çerçevesinde dengeleme çabasının ürünü olan bu zirvelere karşın, bağımsız, iklim ve çevre savunucusu örgüt ve geniş kitleler de mücadelesini sürdürüyor.
Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu (ATİK) de bu mücadelenin bir parçası olarak bir İklim Çalıştayı organize etti. ATİK’in, programında yer alan “ATİK; Doğanın tahrip edilmesine, ekolojik dengenin bozulmasına ve çevrenin kirletilmesine karşı çıkar, doğayı ve ekosistemi koruma mücadelesi yürütür. Emperyalist-kapitalist sistemin sömürü, talan ve kar hırsıyla çevreye, doğaya ve kültür varlıklarına verdiği tahribata karşı mücadeleyi benimser ve bu alanda mücadele eden diğer demokratik oluşumlarla ortak hareket etmeyi önemser. Enerjinin doğaya ve insana tahribat yaratan yollardan sağlanmasına ilkesel olarak karşı olan ATİK, tekellerin ucuz ve oldukça kârlı olan atom santrallerinden enerji üretimine karşıdır, var olanların kapatılması ve yenilerinin yapılmasının engellenmesi için mücadele eder” belirlemesi doğrultusunda 2 Aralık Cumartesi günü Hollanda’nın Nijmegen kentinde gerçekleştirdiği Çalıştay’a konuşmacı olarak Akademisyen Prof. Dr. Beyza Üstün, Akademisyen Prof. Dr. Ali Osman Karababa, Fransa Yeşil Ekolojistler Partisi-Uluslararası Komisyon Üyesi Leyla Binici ve ATİK Temsilcisi Levent Kepenek katıldı. Ayrıca Çalıştay’a bağlanan HEDEP milletvekili ve ekoloji komisyonu üyesi İbrahim Akın’da katkılarını sundu.
Açılış konuşmasını yapan ATİK Eşbaşkanı Süleyman Gürcan, doğanın tahrip edilmesi, yer altı ve yer üstü zenginliklerin tekellere peş keş çekilmesi sonucu birçok ülkede yaşanan doğal felaketler bir çok insanın yaşam alanlarını tek etmek zorunda kaldığına vurgu yaptı. Doğanın sömürülmesi sonucu yaşanan kuraklık, madenler çıkarılırken kullanılan kimyasalların toprağın verimliliğini bitirdiğini ve bundan kaynaklı milyonlarca insanın açlık ve yoksulluk içinde yaşamak zorunda kaldığına dikkat çekti. Gürcan “Doğayı kapitalist kar hırsı için sömürenlerin 30 Kasın-12 Aralık tarihleri arasında Dubai’de bir araya geldikleri ve imzaladıkları sözleşmelere kendilerinin bile sadık kalmadıkları iklim zirvesinin gerçekleştiği bu süreçte ATİK olarak gerçekleştirdiğimiz bu çalıştay aynı zamanda, sistemin bu iki yüzlülüğüne karşı bir alternatiftir” diyerek kitleleri ve katılan konuşmacıları selamlayıp, sözü ilk konuşmacı olarak ATİK temsilcisi Levent Kepenek’e bıraktı.
Kepenek, dünyanın oluşumu ve ilk insanın ortaya çıkışından itibaren doğa ile olan ilişkisi üzerine giriş yaptığı konuşmasında anasoylu dönemin sona erip partiarkanın ortaya çıkışı ve buna paralel özel mülkiyetin doğuşuyla birlikte doğa ve insan arasındaki dengenin bozulmaya başladığı tespitini yaptı. Bu bozulmanın emperyalist kapitalist sistem döneminde doğa aleyhine ve onu ortadan kaldıracak kadar büyük boyutlara ulaştığını ifade eden Kepenek, “Konuya derinlik kazandırmak için değişik açılardan ele aldık. Tarihsel açıdan bakmak istiyorum. İlk toplumsal yaşamın ortaya çıkışında, hiç kimsenin başkasının yerine malına göz dikme diye bir şey yoktu. Sadece yaşamını sürdürme ihtiyacı içindeydi. Daha sonraki süreçlerde aletlerin ortaya çıkışıyla daha fazla üretim ortaya çıktı. Toplumsal yaşamı örgütleyen kadının, bunu erkeğe devrettiği bir dönem yaşandı. Bu da sınıfların çıkışını getirdi. Sınıfların ortaya çıkışı, erkeklerin egemen olduğu sürece denk düştü. Her şeyin sömürenlerin ihtiyacına göre şekillendiğini görüyoruz. Ekolojik denge içinde yaşayan insanlık, bu süreçte doğaya hâkim olma sürecine girdi. Bugünkü durum, o dönemde ortaya çıkmıştır. Her dönemde sömürenler toplumu ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başladı” diyerek, bugün süreçte kapitalist sistemin doğa sömürüsüne karşı mücadelenin, sisteme karşı mücadeleyle birleştirilmesine dikkat çekti. ATİK olarak, yapılan çalıştayın kitlelerde bu konuda farkındalık yaratmak, yapılan eylemler katılımda duyarlılık yaratmak ve konuya ilişkin çalışmaların geliştirilmesi için çalıştayın düzenlendiğine dikkat çekti. Daha sonra Hakkında yürütülen soruşturmalardan dolayı yurtdışına çıkış yasağı koyulan bundan dolayı online olarak konferansa katılan Prof. Dr. Beyza Üstün söz aldı.
Prof. Dr. Beyza Üstün’de, kömür ve petrol gibi fosil yakıtların doğaya, iklime, atmosfere olan zararının hemen herkes tarafından bilindiğini ancak onun yerine konulmaya çalışılan ve “yenilenebilir enerji” diye önümüze getirilen politikaların da farklı olmadığına dikkat çekti. Jeotermallerin ve nükleer de dahil olmak üzere soğutma suyu kullanan bütün üretimlerin açık çıkarttığı çok temel bir gaz olduğunu ve bunun yarattığı tehlikeye değinen Üstün, sera etkisi yaratan, iklim sorunlarına yol açan tüm emisyonların karbon üzerinden toplandığını ve adres olarak da yenilenebilir enerji dedikleri nükleer enerjiyi gösterdiklerini, JES’lerin açığa çıkarttığı su buharının sera etkisini güçlendirecek baskın parametrelerden bir tanesi olduğunu, sadece güçlendirmediğini aynı zamanda atmosferik etkiyi de hızlandırdığına dikkat çekti.
Beyza Üstün konuşmasında şunları ifade etti: “Bizler nereye tıkanıyoruz? Karbon eşdeğeri veren üretimlerden bildiklerimiz var, kömür üretimi gibi. Doğrudur çok ciddi sıkıntılıdır, termik de sıkıntılıdır. Buradan hep beraber yeni bir politika üretmeye başlıyoruz. Diyoruz ki, bunlardan çıkalım. Aslında biz de kaybettiklerimizi biliyoruz. Buradan çıkışa bakmaya çalışıyoruz. Buna bakarken bu işin yapanlarını, gerekçesini ve süreci atlayarak politika üretiyoruz. Bizler değil tabii. Daha liberal perspektifle bakanlar. Ya da hızlıca bu algının içinde politika üretenler ve buradan tek yönlü sürece de katılanlar. Jeotermallerin tarım alanlarındaki tüm geçimlik yaşama nasıl etki ettiğini, orada insanların ürünlerini artık pazarladığında dahi satamayacak duruma gelmelerini, içlerindeki ağır metaller nedeniyle Avrupa’dan nasıl döndüğünü, insanların üst solunum yolları hastalıklarına mahkûm olarak giderek hastanelerin acil servislerinde sıra beklediğini bu alanı yaşayanlar biliyor. Dolayısıyla önümüze sürdükleri “alternatif” de biraz daha sürecin bütününe bakmak gerekiyor. Eşitsizlikleri, süreci görmeyen bir yerden, kapitalizmin kendisini krizleriyle nasıl yeniden yeniden ürettiğini çok irdelemeyen bir yerden baktığınızda gerçekten birbirimize karşı alternatif politik tutum almaya devam ediyoruz. Bence en tehlikelisi bu. Onun için burada hepimize çok ciddi bir sorumluluk düşüyor. Sistemi görmeyen bir yerden herhangi bir alanda tekil müdahale yapabiliriz. Herhangi bir alanda şunu istemiyoruz diyebiliriz. Bunda hiçbir beis yok. Ama sistemin bütün süreçlerini görmeyen bir yerden sadece bunu ortaya koyarsak o zaman, bunu istemiyoruz, buraya istemiyoruz, diğeri daha iyi… Biz daha iyiyi, daha kötüyü değil, bize bunu dayatan sürecin analiziyle ne yapabiliriz’i konuşmamız gerekiyor. Birbirimizin bütün mücadele alanlarını, bütün politik tutumları, bu gidişata dönüştürecek tutumların alınması için neler yapabiliriz, bence en büyük sorumluluğumuz burada. Eğer bunu konuşmazsak, bugün savaşlara kadar, hem bölgesiz eşitsizlikleri derinleştiririz.”
İklim krizi nedeniyle yaşanan göçlere de değinen Üstün, yaşam alanlarını, geçimlik yaşamını kaybederek terk etmek zorunda kalan insanlara ve bu krizden eşitsiz bir şekilde en çok yoksulların etkilendiğine dikkat çekti. “Geçimlik yaşamlarından, yaşam alanlarından koparılan halklarla, bu sürecin içinde çalışmak zorunda kalan emekçiler, işçiler bu şiddetin baskısı altında kalıyorlar. Bu yüzden çalışma güvencesi sürekli gevşetiliyor, iş cinayetleri artıyor. Eşitsizlik derinleşiyor. Dolayısıyla ciddi anlamda sorumluluğumuz büyük. En büyük sorumluluğumuz sürecin yaptırımlarını iyi analiz etmek. En büyük sorumluluğumuz mücadele alanlarını kompartımanlara bölerek mücadele etsek bile diğer mücadele alanını gören ve buluşan bir politik tutumda durmalıyız. Çünkü politik tutumu gevşettiğimiz an, tam da orada liberal perspektifin de desteğiyle kapitalist sistem oluşturduğu yapısı gereği içeriye doğru gidecektir” diyen Beyza Üstün, şu an öz savunma çizgisinde durduğumuzu, bundan sonra politik açıdan sadece savunmada mı duracağımıza, sadece kaybettiklerimiz üzerinden iklim adaleti, su adaleti gibi bir adalet tanımıyla mı duracağımıza karar vermemiz gerektiğini söyleyerek, güçlü bir öz savunma yapmamıza karşın bunun da yeterli olmadığını, o noktada durursak kaybeden olacağımızı, emperyalizme, kapitalizme, ataerkiye tutum alanlar olarak bizim yan yana gelmemizin biricik yolunun politik olarak netleşmek olduğunu” ifade etti. Üstün, ara alternatif çözümlerin yaşamı kurtarmaya yetmeyeceğini, ataerki ve kapitalizme karşı mücadelede üzerimize büyük sorumluluklar düştüğünü söyleyerek konuşmasını bitirdi.
Ardından söz alan ve Fransa’dan çalıştaya katılan, Fransa Yeşil Ekolojistler Partisi-Uluslararası Komisyon Üyesi Leyla Binici’ de Avrupa’da doğra nasıl bakılmasına dikkat çekti. Binici konuşmasında, “Sistem daha fazla kar için gezegenimizi nasıl bir felakete götürdüğünü görüyoruz. Bu kar hırsından dolayı dünyamız giderek büyük bir felakete karşı karşıya kalmaktadır. Bunun için bir an önce önlem almalıyız, aksi taktirde bir on yıl daha beklersen, yapabileceğimiz bir şey kalmayabilir. Çünkü Emperyalist sistem dünyamızı bir yok oluşa götürüyor. Kendi altıkları kararlara kendileri zaten uymuyor. Bir örnek olarak, 2015 yılında Paris toplantısında aldıkları birçok karar almasına rağmen hiç birisine uymamışlardır” diyerek, doğa hareketinin aynı zamanda sisteme karşı mücadele ile birleşmesine dikkat çekti.
Konuşmasının devamında, gelecekte insan ile doğa arasındaki çelişkinin baş çelişki haline geleceğine dikkat çekti. Leyla Binici, “Amazon ormanları dünyaya en çok oksijen veren doğa bitkisidir. Bu ormanlar tekellere peş keş çekilip her yıl binlercesi yok edildiği için küresel ısınma giderek yaygınlaşmaktadır. Gene eriyen buzullardan dolayı yüksek oksijeni suların denizlere akmasından kaynaklı canlı türleri giderek yok olmasına ve suların yüklemesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda yaşanan sel felaketlerinden dolayı insanların yaşam alanları sular altında kalmakta ve bu da yerleşim alanlarının terk edilmesine neden olmaktadır. Buzullarda yaşayan hayvan türleri bu erimelerden kaynaklı açlıkla karşı karşıya kalmaktadır” sözleriyle, bu canlıların türlerinin yok olmaya doğru gittiğine dikkat çekti.
Binici konuşmasında, Ortadoğuda petrol, Afrika’da yer altı madenlerinden dolayı emperyalist güçlerin kendi aralarında ki Pazar dalaşından kaynaklı yaşanan savaşlarda her yıl binlerce insanın yaşamını yitirdiğini ve milyonlarcasının ülkelerini terk etmek zorunda kaldığına dikkat çekti. Daha sonra Avrupa’daki iklim hareketindeki gelişmelere değinen Binici “son dönemde giderek geliş ve doğanın sömürüsüne karşı çıkan kitlesel bir hareket söz konusudur. Özellikle gençlik içinde bunun gelişmesi önemlidir. Avrupa ülkeleri bu kitle hareketini ‘eko teröristler’ olarak değerlendirerek, haklarında terörle mücadele yasalarından davalar açmaktadır” diyerek, burjuvazinin saldırıların mahkûm etti.
Leyla Binci, “bu gidişle 2100 yılına gelindiğinde dünyada herhangi bir canlı kalmayabilir. Bunun için doğa için mücadeleyi, sınıf mücadelesiyle birleştirip, acil eylemler örgütlemeliyiz. Yapılan eylemlere güçlü katılarak destek vermeliyiz. Doğayı değil sınıfı değiştirmeliyiz” diyerek konuşmasını sonlandırdı.
Daha sonra söz Prof. Dr. Ali Osman Karababa’ya verildi. İklim sorununa ilişkin bir hekim olarak sağlık yönünden süreci yorumlayacağını ve yürüttükleri ekoloji mücadelesinden örnekler vererek sunumunu gerçekleştiren 2015’te kurulan Temiz Hava Akım Platformu Yürütme Kurulu, EGEÇEP ve Çevreci Hekimler Derneği üyesi olan Prof. Dr. Ali Osman Karababa, çevre mücadelesine katılımının Bergama altın madeni kurulması sürecinde başladığını anlattı. Hazırladığı power point gösterimiyle sunumunu yapan Karababa, “öncelikle görüntülerle Türkiye’de normal şartlarda çok fazla görünmeyen hortum, yanı sıra sel, dolu gibi olaylarına iklim değişikliğinin yol açtığına dikkat çekti. Dünya çapında iklim krizine yönelik bilgi üreten örgütlerden birinin aktarımlarıyla başlayan Karababa, “Bizim uğraştığımız iş, ahlaki bir iş. Gerçekten de böyle bir şey. Çünkü dünyadaki tür çeşitliliğinin yok olmaması, tüm yaşamın sürdürülebilmesi için uğraşıyoruz. Bunun yanında iklim krizinin getirdiği olumsuz etkilerden en çok etkilenenler sosyoekonomik olarak düşük katmanları oluşturan işçilerdir” dedi.
Katılımcıların süreci gözlerinde daha iyi canlandırabilmek için yıkıcı bir tabloyla konuşmasına başlayan Karababa, worldmeter internet sitesinde aldığı verilerle, “1 Ocak 2023’ten itibaren dün gece 24.00’e kadar sürede insan olarak bizlerin 4 milyon 758 bin 618 hektar ormanı yok ettiğimizi, bunun yanında 6 milyon 406 bin 387 hektar alanı erozyon nedeniyle tarım dışına çıkardığımızı söyledi. “Yani biz buyuz, yıkıcı bir türüz. Sistemi değiştirmek, bir takım yaşam biçimlerimizden vazgeçmediğimiz sürece, biz kapitalizmi daha insancıl sistemlere geçsek de enerjiyi yine kullanacağız, gene metaller çıkartacağız, yine madencilik yapacağız. Bunlardan hiç vazgeçmeyeceğiz. Aksini söyleyebilecek var mı? Yok. Biz böyle bir canlıyız. Ama dünyanın var olan ekolojik kapasitesini aşmadan, bunları yapabilme becerisini gösterebiliriz. Esas tartışmamız gereken de bunu nasıl yapabileceğimiz olmalı” dedi.
Bir başka sorunun da nüfus olduğunu söyleyen Karababa, 30 Kasım 2023 itibariyle dünya nüfusunun 8 milyar 76 milyon nüfusa ulaştığını söyleyerek, özellikle gelişmekte olan ülkelerde nüfus artışının oldukça yüksek olduğunu, dünyanın bu artış nedeniyle de sorun yaşadığını, her yeni doğan kişinin doğa için bir yıkım olduğunu dile getirdi.
İnsanın dünyayı nasıl tahrip ettiğine dair örnekler veren Karababa, “okyanusların en az yüzde 55’inin endüstriyel balıkçılık alanı haline getirildiğini, tür kayıplarına bakıldığında son on yılda bildiğimiz böcek türlerinin yüzde 41’inin azaldığını, yani bindiğimiz dalı kestiğimizi ifade ederek şunları söyledi: “Sera gazı emisyonlarının atmosferde birikmesini gösteren bir tablo gösteren Karababa, normalde dışarı yansıması gereken ısıl enerjinin dünyada giderek daha çok tutulması ve buna bağlı olarak küresel ısınmanın artmasına dikkat çekti. Paris İklim Anlaşmasıyla insanlığın ve diğer canlıların yaşamını sürdürebilmesi için kritik eşik olan 1,5 santigrat derece olduğu ifade edilmişti, ama ne yazık ki, şu an bu kritik eşiği neredeyse yakalamış durumdayız. Eldeki veriler, COP28’te de aynı şeyi tartışıyorlar, Uluslararası Hükümetler Arası İklim Paneli de aynı şeyi tartışıyor. 2 santigrat derecenin altında kalabilirsek büyük başarı olarak değerlendiriliyor. Çünkü Paris İklim Anlaşması’nda kabul edilen önlemlerin birçoğu alınmadı. O yüzden sera gazı emisyonları atmosferde artmayı sürdürüyor.”
Sera gazı emisyonunun ana kaynağının enerji olduğuna dikkat çeken Karababa, bu enerji kullanımını mümkün olduğunca azaltmak gerektiğini söyledi. Bunun yöntemlerinin olduğunu, günlük yaşamda dahi bunları dikkate alarak enerji kullanımının azaltılabileceğini ifade etti. Bunun yanısıra, kapitalist endüstri üretimini sadece temel ihtiyaçlarımızı üretmesini sağlayarak azaltılabileceğini iddia eden Karababa, sadece endüstri değil, tarımsal üretimde de azımsanmayacak miktarda sera gazı emisyonu ortaya çıktığını söyledi ve şu noktalara değindi:
“İklim krizi aslında sınıfsal bir sorun. O sınıfsal sorunların rakamlarına bakarsak, örneğin en alt katman, yani fakir insanlar, dünya nüfusunun yüzde 50’sini oluşturuyor. 3 milyar 900 bin insan. Eşik gelir 0’dan başlıyor, 2000’e kadar gidiyor, en üst gelir olarak. Toplam emisyonu, dünyadaki karbon emisyonunun yüzde 7,7’si. Yani toplumun yüzde 50’si, karbon emisyonunun yüzde 7,7’sini oluşturuyor. Ama bunun yanında orta katman dünya nüfusunun 3 milyar 100 binini, emisyonun yüzde 42,5’ini oluşturuyor. Üst katman, yani zengin ve çok zenginlere baktığımız zaman, bunların sayısal olarak ne kadar azaldığını görebiliyorsunuz, ama emisyon olarak baktığınız zaman, zenginler emisyonun yüzde 49,8’ini, çok zenginler yüzde 15,9’unu oluşturuyor. Yani zenginler emisyonun yarısını oluşturuyorlar. Zenginler emisyon üretimini azaltırsa, sorun kökten çözülecek. Yani düzenin değişiminin gerekliliğini burada söyleyebiliriz.”
Özellikle Türkiye’de kömür madenleri, termik santrallerle ormanların ve yaşam alanlarının yok edilmesi örnekler veren Karababa, iklim krizinin insan sağlığı üzerine etkilerine, örneğin hayvanlardan insanlara bulaşan hastalıklara da değindi ve “Biz eğer yaşam şeklini düzeltmezsek, ekolojik rakamları bu tempoda sürdürürsek, yeni bulaşıcı salgın hastalıklarla yüz yüze kalmamız kaçınılmaz olur” dedi. Değişim için bir yandan bireysel yaşamı kontrol altına almak ve hep beraber politikacıların üstünde baskı unsuru olmak gerektiğini söyleyen Karababa, her ne kadar şu an sistemi değiştiremiyorsak da iklimi değiştirebileceğimizi söyledi.
Çalıştay, katılımcıların soru ve görüşlerini aktarmalarıyla devam etti ve ATİK Eşbaşkanının 9 Aralık’ta dünya iklim günü vesilesiyle yapılacak eylemlere katılma çağrısıyla çalıştay sonuçlandırıldı.
Kaynak: Avrupa